Köşe Yazısı: Hayatın Anlamını Aramak


 

Hayatın anlamını öyle ilk sorgulamada bulamadım ve panikledim çünkü; hemen herkesin hayatın anlamını bulduğundan emindim. Sanki herkes yaşıyordu onu ama ben hala bulamamıştım. Nasıl olurdu da ne için yaşıyorum sorusuna bir tek cevap veremiyordum. Para için, aşk için, tutku için, makam için diyemiyordum. Başka ne için yaşardı ki insan dedikleri? Bilemiyordum ve huzursuzluğum gittikçe artıyordu. Konuşmak, yürümek ve hatta nefes alıp vermek bile saçma sapan geliyordu. Ölmek diye bir şey vardı, onun da ne olduğunu tam bilmiyordum. İnsan neden doğar, insan neden yaşar ve ölür sorularının cevabı yüzyıllardır bulunamamıştı, ben mi bulacaktım? Sahi neydi bu durmak bilmeyen düşünceler, neydi bu hayatı ve ölümü sorgulamalar? Herkes gibi yaşasana hayatını, neden bir gece ansızın sokaktaki çocuklara ağlarsın? Neden insanlar savaşıyor diye düşünüp durursun, herkes gibi uyusan olmuyor mu? Bunlar yetmez gibi bir de kendine inancını yitiriyor ve koca evrende minicik bir nokta kadar kalıyordum, yıldızlardan bakınca kendi hayatıma. Gezegenler, oğlak dönümleri kilometrelerce yol oluyordu ömrüme. Bitmek bilmeyen yolları, olmayan enerjimle yürüyemiyordum.

Anlaşılmamaktan ve sürekli betonlaşmış insanlarla sohbet etmekten kırılmıştı yüreğim. Maddesel evrende maddeyi icat edene de kırgındım. Neden güzel sohbet eden insanlar uzaktaydı, içten bir gülümseme ile içine akan gözyaşını görebilecek kişiler karadelikler tarafından mı yutulmuştu? Sahi ne değişmişti 30 yılda şu gezegende? Hep mi kayıptı insanlık dedikleri? İnsanlar hep mi uzaktı, sosyal medya mıydı tek suçlusu? Bizi aşırı hırslı yapan ve sevecenlikten uzak kılan ekranlar mıydı? Tek bir suçlu vardı oda uyuşmuş zihinler ve sevmeyi unutmuş bizler. Kalpler uzaklaşınca, zihinler konuşur kendi içinde. Düşünceler ifade edilmezse, işte o zaman çöp poşetinden hallice olur içimiz. İçimiz kokar ve o poşeti sımsıkı bağlarız. Kokuyu kendimiz duymaz hale gelinceye kadar tutarız onu içimizde. Ne zaman konuşmak için ağzını açsan, zehirlersin etrafını. Zihnini doğru kelimelerle boşaltmak yerine içinde tutarsan zamanla hissizleşirsin işte. Sesini yükseltmek ise sadece çöpleri etrafa dağıtır.

Suçlu arayıp öfke biriktirmek yerine, doğru zamanda kalabalıktan uzaklaşıp önce iyice yalnızlaşmalısın. Kendine bir kahve ısmarlayıp, sessizce oturmalısın ve gülümsemelisin tanımadığın birine. Yavaş yavaş kendini affetmelisin yaşadığın hayat için. Neyse o kızgınlığın kendindekine, onu bulup çıkarana kadar kavga etmelisin belki kendinle. Sabırla beklemelisin o günü. O gün 24 saat sürmeyecek. İnsanın kendini bulduğu gün, belki 30 yıl belki 45 yıl sürecek. Tıpkı aklın odaları gibi birbirlerine kuvvetle bağlanacak aradaki boşluklar. Sonsuza kadar genişleyen o evreninde, yeniden anlam kazanacak tüm bildiklerin ve tüm yaşanmışlıklar. Suyun tadı bile farklı gelecek sana, denize girdiğinde tüm hücrelerinin soğuğu hissettiği gibi. Damağında derin izler bırakacak yasam. Papatyalar neden beyaz ve sarı anlayacaksın, güneşin doğuşunu izlerken. Bir akşam gökyüzüne bakarken, yıldız kaydığında hissedeceksin varlığını kalbinin ve ruhunun. İnsansın ve rengini göreceksin kendinin. O rengi yalnız sen bileceksin, kendini kendi gözünden göreceksin. Yalnızca sen bileceksin yaşamın ne demek olduğunu ama ifade edecek bir kelime bulamayacaksın. Hissedeceksin ruhunda, huzurlu bir akşamda onu tam önünde duyumsayacaksın. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yazmak Zehirler Mi?

Köşe Yazısı: Gökçeada'dan Hikayeler

Belirsizlikten Siz de Sıkıldınız Mı?